25 Mayıs 2011 Çarşamba

Hurşit Seçkin Vahşı Batı'dan bildiriyor - 7

Bilim gözlemle başlar

Gözlemci kişiliğim malum, arada bir sağıma soluma bakıyorum. Son zamanlarda dikkatimi çeken şeylerden biri, buradaki kimi hastalıkların akılalmaz yaygınlığı. Sadece ayaklara bakmak bile yeter. Biraz detektiflik yapınca her şey gün gibi ortaya çıkıyor.

Mesela, Kabuki takunyalarını andıran pabuçlar giyen bir grup kadın var. Kalça çıkığı olmalı diye düşünüyorum. Böyle kalınca bir taban münasip görülmüş anlaşılan. Fakat ne kadar yerinde bir tedavi bilemiyorum. Bu pabuçlar yürümek için pek uygun değil, ama üzerinde sakince durursanız zararı olmaz herhalde.

Dize kadar uzanan sandaletlerin geniş bandajları ortopedik operasyon geçirenleri hemen ele veriyor. Sayılarının ne kadar fazla olduğunu görseniz hayretler içinde kalırsınız. Fakat belki de şaşmamak lazım. Muhtemelen takunyayı yanlış kullanıp düşenler de, olayın ertesinde bunları giyiyorlar.

Tüylü garip çizmeler ise çok ağrılı ve tedavisi güç bir başka hastalığı gizliyor. Gencecik kızlar gut hastası olmuş, inanılır gibi değil. Bir fille ceylanın aşk evliliğinden doğmuş talihsiz çocuklar gibi kalın bileklerini sürüyerek yürüdüklerini gördükçe gözlerim doluyor. Bu kadar protein tüketilirse olacağı budur tabii. Her şeyin başı beslenme.

Bir de sağ paçasını dizine kadar sıyırıp öyle dolaşanlar var. Adelita, onların bisiklete binenler olabileceğini söyledi. Ama o ne anlar! Sonuçta uzaylı. Ben Huzursuz Bacak Sendromu’ndan şüpheleniyorum.

Haklı olduğum eninde sonunda ortaya çıkacaktır. Her zaman olduğu gibi.

Tıbben sizin,

Hurşit Seçkin

Hurşit Seçkin Vahşı Batı'dan bildiriyor - 7

İnsan olan bunu yapmaz

Herkes gibi benim de etkilendiğim filmler olmuştur. Mesela ‘Hayalet Avcıları’nı çok severim. Üç tutkulu bilim adamının gizemli bir meseleyi çözmeye çalışmalarını anlatan ibret dolu bir hikayedir.

Bu filmde bir sahne vardır ki, bilimsel şüpheciliğin abidesi olabilir neredeyse. Kütüphanede kitapların kule gibi üst üste istiflendiğini farkeden hayalet avcılarından biri şöyle der: “İnsan olan kitapları böyle yığmaz!”

Bir süredir bu sahne hiç aklımdan çıkmıyor. Hep şu Meksikalı temizlikçi yüzünden. Adelita başka her açıdan normal bir insan. Hatta türümüzün iyi örneklerinden biri: çalışkan, güleryüzlü ve sıcakkanlı. Ama işi bitince evdeki eşyaları öyle bir şekilde yerleştiriyor ki, bizim buralardan olmadığından şüpheleniyorum.

Dergileri torbaya doldurup vestiyere ceketlerin yanına astığında ya da okuma lambasını masanın altına sıkıştırmaya çalıştığında sesimi çıkarmadım. Banyo rafındaki sürrealist düzenlemenin lafını bile etmek istemiyorum. Ama sandalyeleri ters çevirip salonun ortasına bırakması beni hala düşündürüyor.

Bu Mayaların İnkaların falan uzaylı olduğu söylenir hep. Bir tür mesaj olabilir mi bu? "Phone home?"

Öyleyse, telefon koridorun sonunda sağda. En azından son gördüğümde öyleydi.

Hayretler içinde sizin,

Hurşit Seçkin

Hurşit Seçkin Vahşı Batı'dan bildiriyor - 6

Ana dilinde konuşma(ma) hakkı

Ana dilini kullanamamak insanı lafazan yapıyor. Lafı gediğine oturtamayınca, sakız gibi uzatıp duruyorsunuz. Hoş bir şey değil tabii.

Ben kısa ve özlü konuşmayı severim. Yazar milletinde bile öncelikle buna bakıyorum. Hemingway iyidir mesela – içmediği zamanlarda. Dickens kötüdür – içse bile. Bir başladı mı durduramazsınız bir türlü. Adama tefrika başına para verirsen olacağı budur.

Fakat burada bambaşka biri oldum. Ne zaman ağzımı açsam, Taksim-Beşiktaş dolmuşundaki kızlar gibi nazlanıyorum: ‘Şoför bey, üst geçidin altında sağda müsait bir yerde inebilir miyim, lütfen?’ “Geçitte!” deyip dolmuştan atlamak varken…

Zaten asabım bozuk. İsmimi bile söyleyemiyorlar. Adam bana ‘horse shit’ diyor yahu!

Anladım ki, ana diliyle beraber sadece konuşma hakkı değil konuşmama hakkı da doğuyormuş insana. Bütün dünya halklarına nasip olsun istiyorum.

Açıkça, mertçe, Türkçe sizin,

Hurşit Seçkin

Hurşit Seçkin Vahşı Batı'dan bildiriyor - 5

Bilim ve İtikat

İlim irfan peşinde Batı’ya geldim. Yalnız biraz fazla gitmişim. Neredeyse Doğu’da sayılırım şimdi. Burası Hintliden, Çinliden, Araptan geçilmiyor.

Herkes kendi itikadınca yaşadığı için, ibadethaneler de çeşit çeşit. Budist Kilisesi bile gördüm. Ne demekse artık? Kendimi lotus pozisyonunda bebek İsalar hayal etmekten alıkoymaya çalışıyorum. Var gücümle.

Müslümanlar yer konusunda rahatlar. Nereyi beğenirlerse orada kılıyorlar namazlarını. Geçen gün çimlerde birine gözüm ilişti. Baktım, kuzey-doğuya dönüp bir güzel secdeye varmış. Hayırdır, dedim kendi kendime, ben görmeyeli teamül mü değişti? Sonra birden uyandım. Dünyanın şekli malum. Anladım ki adam hesabını kitabını yapmış, duasını öyle ediyor. Mekke’ye giden en kısa yoldan.

Uzun lafın kısası, dinimiz ilim irfan dini. Tabiyatım itibarıyla akla saygı duyarım. Burada şöyle diyorlar: RESPECT.

Hürmetle sizin,

Hurşit Seçkin

Hurşit Seçkin Vahşı Batı'dan bildiriyor - 4

Geri Dönüşüm

Her gün yeni bir şey öğreniyorum. İnsanoğlu öğrenen varlıktır. Tarih denen diyalektik sürecin bir parçasıdır. Şaşmamak lazım. Mesela geçen gün bir diş fırçası alayım dedim. Baktım üzerinde yoğurt kaplarına dair bir şeyler yazıyor. Burada her şey aslında başka bir şey olabileceği için tedirginim. Dikkatle okudum, aynen şöyle diyor: “Dün yoğurt kabıydı, bugün bir diş fırçası.”

Medeni memleketin hali başka oluyor tabii. Geri dönüşüm diye bir şey var. Yine de insan bunu okuyunca irkiliyor. Bana rahmetli Nusrettin amcamın mezar taşını hatırlatıyor: “Dün ben de sizin gibiydim, yarın siz de benim gibi olacaksınız.”

Yoğurt kaplarından diş fırçası, eski defterlerden yılbaşı ağacı, ya da ne bileyim plastik şişelerden nükleer santral yapan zihniyet yakında Nusrettin amcamı da geri döndürmeye kalkabilir. Karşıyım. Pis yaşlı bir adamdı. Kimsenin bakmadığını düşündüğü zamanlarda burnunu karıştırırdı.

Demem o ki, diyalektiğin bile bir sınırı var.

Israrla sizin,

Hurşit Seçkin

Hurşit Seçkin Vahşı Batı'dan bildiriyor - 3

“Come on baby, light my fire…”

Bir milleti tanımak istersen çocuklarına bakacaksın demişler. Dememişlerse de ben söylüyorum şimdi.

Burada çocuklar pek uslu, pek düzgün, pek mülayim. Ne zaman sokakta görsem, annelerinin ya da öğretmenlerinin peşinden minik adımlarla ilerliyorlar. Hepsi küçük ördekler gibi maaşallah. Sırayı bozan yok. Nizami çocuk bunlar.

Nerede ağlayan, bağıran, arıza çıkaran bir velet varsa, bir de bakıyorum ki bizimkilerden biri. Ya Türk, ya İranlı, ya Arap – ya da ne bileyim, en fazla Meksikalı falan. Bunlar kendi aralarında sözleşmiş gibi, hiç durmadan koşturuyor, ter ter tepiniyor, işler istedikleri gibi gitmezse yanaklarını şişirip tiz çığlıklar atıyorlar.

Makus kaderimizi tersine çevirecek şey bu olabilir mi? Belki de müthiş bir fırsat var önümüzde. Üçüncü Dünya çocuk kaynıyor. Bunların her birini koşturarak elde edeceğimiz enerji miktarını düşünebiliyor musunuz? Uranyum yanında halt etmiş. Sizi bilmem ama ben orta ölçekte bir kasabanın günlük elektrik ihtiyacını tekbaşına karşılayabilecek Türk çocukları tanıyorum.

Bugünün küçükleri, geleceğin ışığıdır. Muasır medeniyetler seviyesine ulaşmak istiyorsak genç nesilleri iyi değerlendirmeliyiz.

Her zaman yeni fikirlerle sizin,

Hurşit Seçkin

Hurşit Seçkin Vahşı Batı'dan bildiriyor - 2

Süperlatifler

Buraya alıştım aslında. Yine de ara sıra yabancılık çektiğim meseleler oluyor. Mesela karşı cinsle yakın ilişkiler.

Aslında kadınlar çok pozitif. Her şeye pek bir bayılıyorlar. Hep bir heyecan, bir sevinç, bir neşe. Onun için onlara ‘karşı cins’ demeye dilim varmıyor. Böyle deyince daha başından arıza çıkacakmış gibi duruyor sanki. Gizemli bir yumuşaklık çağrıştırdığı için ‘cins-i latif’ tabiri de uygun düşmez. Gayet gürültücü ve açıksözlüler çünkü. En mutlu, en müthiş, en harika hissedenler onlar olduğuna göre, bu hanımlara 'süperlatif' demek daha doğru olur bence.

Geçenlerde biriyle oturuyoruz. ‘Nasılsınız?’ dedim. ‘Mükemmel’ dedi. Oysa yakından bakınca pek de öyle görünmüyordu. Boyası dökülmüş bar sandalyelerini işaret ederek ‘Burayı seviyor musunuz?’ dedim. ‘Ah, harika!’ diye cevap verdi. Bu parça tesirli sıfatlara bir son vermek gerekiyordu. Ciddi bir ifade takınarak bilimsel düşünceye inandığımı ve fizik gibi müspet ilimlerle yakından ilgilendiğimi söyledim ona. Bunun üzerine ellerini çırparak şöyle dedi:
“I luuuuuuuv energy!”

Yeniliklere açık olmadığımdan değil ama.... Bilemiyorum, bir sene buralarda hayat nasıl geçer.

Çaresizce sizin,

Hurşit Seçkin

Hurşit Seçkin Vahşı Batı'dan bildiriyor - 1

Amerikan Rüyası

Vahşi Batı’ya geleli bir süre oldu. Önce korkudan sokağa çıkamıyordum ama artık alıştım. Kıyıdan kıyıdan bakkala falan gidip geliyorum.

Burada suç oranı çok yüksek. Her gün bir kaç kişi öldürülüyor. Beyazlar siyahları, polisler siyahları, siyahlar yine siyahları öldürüyorlar. Bunu farkettiğimden beri, biraz daha rahat dolaşıyorum. Bir çok şey olabilirim ama pek esmer sayılmam.

Siyahların bu kadar şiddete maruz kalmasının sırrını hemen çözdüm. Hepsinin pantalonu yerlerde sürünüyor, belleri dizlerine inmiş. Bunların çoğu fakir çocuklar. İki kuruş verip birer askı alamıyorlar zahir. Fakat bunun neticesi fena oluyor, azizim. Polisten, beyazlardan, kendilerinden kaçmak gerektiğinde pek uzağa gidemiyorlar. Taş çatlasa bir blok koştuktan sonra yere kapaklanıveriyorlar.

Velhasılı kelam, burada iki şeyin sıkıntısı çekiliyor: eşitlik ve pantalon askısı.

Bu ikisi sağlansa ‘Amerikan Rüyası’ yerine ‘Amerikan Gerçeği’ bile denebilir sanki.

Faithfully yours,

Hurşit Seçkin

Bir Fikir Adamının Mektuplarından - 15

Kazak

Kadınlar temizlik meraklısı olur. Üstünüzden iplik toplar, arkanızdan yeri süpürür, konuştuğunuz ahizeyi kolonyalı mendille silerler. Bıraksanız, pabuçlarınızın altında biriken bakteri sayısını ezbere söyleyeceklerdir. Uzun vadede sinir yapar bu. İnsanda huzur kalmaz.

Çamaşır günü geldiğinde, tansiyon iyice yükselir. Çünkü sizi tepeden tırnağa soyup üstünüzden çıkan her şeyi makinaya atmak isterler. (Kağıt mendilleri elinde yıkayıp asmaya çalışan bir kadın tanıyorum. Fakat şimdi bu konuya girmeyeceğim.)

Oysa erkeklerin gayet iyi bildiği gibi, bazı şeyleri yıkamaya gerek yoktur. Mesela kazaklar yıkanmaz. Kazak dediğin şeyi bir süre nadasa bırakıp yeniden giyersin. Dolapta beklerken o kendi kendine temizlenir.

Kadınlara göre buna artık kazak gözüyle bakılamaz. Daha çok ölü hayvan muamelesi görür. Ancak ontolojik açından bence durum böyle değildir.

Fikrimce işbu kıyafete insan rahatça, aklanmış temizlenmiş, isinden lekesinden laşeliğinden arınmış -- dahası arada neredeyse yıkanmış ancak zalimce ıslatılmadan bırakılmış -- elörgüsü nesne diyebilir en nihayetinde.

En temiz hislerle sizin,

Hurşit Seçkin

Bir Fikir Adamının Mektuplarından - 14

Mahremiyet

Kişisel şeyler yazmaktan hoşlanmıyorum. Bazı yazarlar var görüyorum, bunda bir beis görmüyorlar. Gençlik hatıraları, aşk hikayeleri, kalp kırıklıkları. Yazıp duruyorlar. Bıraksanız çocukluklarından başlayarak anlatacaklar.

Oysa mahremiyet diye bir şey var. Şahsi şeylerinizi saklarsınız. Yeni Cami önünde güvercin yemler gibi ortaya saçmazsınız. Fakat benim gibi topluma mal olmuş biriyseniz, yakanızı bırakmıyorlar. Mektuplar alıyorum. Genellikle genç kadınlardan. Beni ne kadar beğendiklerini yazıyorlar. Buna şaşırmıyorum. Doğaldır. Peki ya sordukları sorular! Her şeyi bilmek istiyorlar: kaç numara pabuç giyiyorum, kızarmış patates yiyor muyum, saçlarımı soldan sağa mı yoksa sağdan sola mı ayırıyorum?

Ne olacak efendim, ne olacak? Bunları bilseniz ne olacak? Diyelim ki, İkizler Burcu’yum, İpana’dan başka dişmacunu kullanmıyorum, ana rahmi pozisyonunda uyuyorum ve paçalı beyaz don giyiyorum. Bunları bilirseniz daha bir Hurşit daha bir Seçkin mi olacağım?

Aziz dostum, sınır tanımayan bu genç hanımlara dair hissiyatımı size şu örnekle anlatmak isterim. Bir zamanlar bir köpeğim vardı. Arap Kadri (ki bir nebze mütecessis olması dışında mükemmel bir hayvandı) kapalı kapılara pek sıcak bakmazdı. Ancak gerçek şudur ki, siz klozetin üzerinde gevşemiş iken, köpeğiniz bir kafa vuruşu ile tuvaletin kapısını açıp gözlerini üzerinize diktiğinde inkitaya uğrayan sey, yalnızca o andaki icraatınız değil aynı zamanda mahremiyetinizdir.

Bunu yapmamak gerekir.

En samimi hislerle sizin,

Hurşit Seçkin

Bir Fikir Adamının Mektuplarından - 13

Schrödinger’in Kedisi

Bilim tarihi gerekli gereksiz bilumum hayvanatla doludur. Uzaya giden şempanzeler, balonda uçan koyunlar, labirentteki fareler, yok efendim Pavlov’un köpeği, Darwin’in kuşu falan filan.

Ama Schrödinger’in kedisinin ayrı bir yeri vardır. Schrödinger'in farazi kedisi ışık ve ses geçirmeyen bir kutuda yaşar ve teorik olarak yüzde elli mevtadır. Her kedinin dokuz canı olduğu düşünülürse, en kötü ihtimalle 4,5 canı kalmıştır ki, bu da fena bir rakam sayılmaz.

Beyefendiye göre, kedinin akıbetini öğrenmek için kutuyu açmamız gerekir. Kapağı kaldırdığımız zaman yaptığımız gözleme dahil oluruz. Aynı anda varolan bir çok ihtimali tek seçeneğe indirger ve durumu öyle algılarız. Hızlı düşünemeyenler için tekrarlamak gerekirse, kutunun kapağını açarak kediyi ya tahtalı köye yollar ya da dünyaya intikal etmesini sağlarız.

Schrödinger gözlemciye gerçeklik üzerinde böyle bir güç atfederek halt etmiştir. Hayat bundan çok daha basittir. Ateş yakar, yağmur ıslatır ve kirli çamaşırlar, siz onları ne kadar gözlerseniz gözleyin, yıkanıp çekmecelere yerleşmezler.

Mektuplarımı hasretle beklediğinizi yazmışsınız. Posta kutunuzu her gün defalarca yokluyormuşsunuz. Bu bana ancak şeref verir, sevgili dostum. Fakat böyle yapmayınız. Kutuyu günde otuz kere açmak mektubun elinize geçmesini hızlandırmayacaktır.

Şu gerçeği kabul etmeliyiz ki, mektup kendi halinde bir şeydir. Hatta belki de ‘kendinde şeydir.’ Bizim onun üzerinde bir etkimiz olamaz. Ünlü bir Türk düşünürünün de dediği gibi, “varsa vardır yoksa yoktur.”

Düpedüz sizin,

Hurşit Seçkin

Bir Fikir Adamının Mektuplarından - 12

Sigarayı Bırakmak

Bir şair var tanırsınız, ‘bir gün seni bırakırım ya, tütünü bırakmak gibi bir şey olur bu’ diyor.

Benim kadınları bırakmakla ilgili bir sorunum yok. Onları mütemadiyen bırakıyorum. Ya da iyisi mi, bırakıyorum onlar beni bıraksınlar. Böylesi daha pratik oluyor.

Sigarayı bırakmakla ilgili bir sorunum da yok. Bu konuda hiç tevazu göstermeyeceğim: belki yüz kere bıraktım.

Benim derdim dumanla. Aslında onu da bırakabiliyorum. Önce içime çekiyorum, sonra bırakıyorum. Sorun şu ki, bıraktığım yerde kalmıyor meret. Nereye üflersem üfleyeyim gelip burnuma giriyor. Sağa dönüyorum olmuyor, sola dönüyorum durmuyor. Pencereyi açıyorum, suratımda patlıyor. Olacak gibi değil!

Gayet iyi bilirsiniz ki, kararlarımı kendim veririm. Özgür iradeye inanırım. Onun için bugünden itibaren, sigarayı tutsam bile dumanı bırakacağım. Kendi sigaramın pasif içicisi olmayı reddediyorum.

Dumansızca sizin,

Hurşit Seçkin

Bir Fikir Adamının Mektuplarından - 11

Sözcükler…

…yetersizdir. Biraz kafası çalışan herkes bunu hemen farkeder. Çoğu durumu anlatmak için uzun cümleler kurmanız gerekir ki, bu düpedüz israftır.

Mesela sizden önce birinin oturup güzelce ısıttığı bir koltuğa yerleştiğinizdeki zevkle karışık rahatsızlık hissini tanımlamak için bir sözcük yoktur. Halbuki önemli bir şeydir bu. Hepimizin başına gelir. Ama büyüklerimiz düşünmemişler.

Onun için yeni laflar icad edilmesi gerekir. Hem mutlu hem üzgün olduğumuz anlar için ne demeli? 'Muzgün' mü? Kulağa fena gelmiyor aslında. Egzotik bir şey gibi sanki. Bir palmiyenin altında oturmuş denize bakan bir adam canlanıyor gözümün önünde. Melankolik ama iyi.

Ya da ne bileyim, aynı hatayı tekrar ettiğinizde onun adı hala ‘hata’ mıdır mesela? ‘Oha-ta!’ diyebilir miyiz? Kınamayı da içersin diye?

Gürültülü ve kalabalık meyhaneler için de ‘gülübalık’ öneriyorum. Gülüp söyleyen kalabalık bir grup insanı çağrıştırıyor. Aynı yerde balık da yeniyorsa ne ala! Hepsini birden tek hamlede söylersiniz, biter gider.

Böylece hem harften hem histen tasarruf etmiş olur insan. Nefesimiz daha uzun dayanır.

Hesaplıca sizin,

Hurşit Seçkin

Bir Fikir Adamının Mektuplarından - 10

Aptalca fikirlerden nasıl kurtuluruz?

Saygıdeğer feylezof Bertrand Russell Bey, ‘Aptalca fikirlerden nasıl kurtuluruz?’ adlı makalesinde şöyle diyor: “aptalca fikirleri bertaraf etmek için dahi olmaya hiç gerek yoktur.” (Gerçi beyefendinin örneğinde pek güzel gördüğümüz gibi, dahi olmanın zararı da olmaz herhalde.)

Russell’a göre, biraz kafası çalışan herkes aptalca fikirlerden rahatlıkla kurtulabilir, mantığın serin sularına huzur içinde yelken açabilir.

Mesela, gözlemle açıklık getirilebilecek bir konuda, zihninizi beyhude yere yormayınız diyor üstat. Gözünüzü açıp bakmanız yeter.

Gazze’ye giden gemiden çıkan silahlara hep beraber bakıyoruz. Baktık. Bir takım irili ufaklı bıçaklar.

Dünya basını gemidekilerin silahlı olduğunda ısrar ediyor. Diyorlar ki, bunlar mutfak bıçağı olamayacak kadar büyükmüş. Üstelik uçları da kıvrık kıvrıkmış. Bunun üzerine sayfalarca yazılıp çiziliyor. Bana sorarsanız oryantalizm. Üstelik kağıt israfı.

Sevgili dostum, aptalca bir fikre kapılmamanız için, Russell’ın öğüdünü dinleyip söz konusu fotoğrafa bir kez daha bakmanızı tavsiye ederim. Hala ikna edici olmadıysa, dünyanın en büyük ve en kıvrık uçlu bıçağıyla Indiana Jones’a saldıran yerlinin başına gelenleri hatırlatmak isterim.

Ateşli silah diye bir şey var. Beyaz Adam kullanıyor. Hem de 18. yüzyıldan beri.

Ampirikçe sizin,

Hurşit Seçkin

Bir Fikir Adamının Mektuplarından - 9

Havalar

Yine sıcaklar bastırdı. Bu havaları hiç sevmem. Muhakeme becerisini yok eder. Gri hücreleri pembeleştirir, beyni pamuk helva haline getirir.

Güneş tepesinde patladığında, insan bir kaç numara aptallaşır. En basit kararlar bile içinden çıkılmaz hale gelir. Çişe gitsem mi gitmesem mi, sigaramı yaksam mı saklasam mı, parmağımı terliğe taksam mı takmasam mı? Günler böyle geçip gider.

Oysa mesela Danimarka’nın karanlık ve varoluşçu gerilimlerle dolu atmosferi öyle midir? Orada herkes bir alim bir feylezof olabilir. Meseleleri de bambaşkadır haliyle. Ama bunda yağmur çamur ve fırtınanın etkisini unutmamak gerekir.

Koy Hamlet’i koy Kierkegaard’ı bir Akdeniz kasabasına, oturt deniz suyuyla ıslanmış bir masaya, daya rakıyı ver deniz börülcesini, kalıyor mu bak ‘olmak ya da olmamak,’ kalıyor mu İbrahim ve İshak?

Götürüp Kaş'a bıraksak, Kafka bile en fazla bir kaç hafta dayanır. Sonra bir banka oturup bütün gün çekirdek çitleyebilir. Daha da fenası, ne bileyim, plajda şemsiye falan satmaya başlayabilir. Dönüşüm diye işte ben buna derim!

Kuzeye gidiniz, sevgili dostum. Her şeyin bir şeyi vardır. Düşünce de soğuk havada mukimdir.

Yağmurlarla sizin,

Hurşit Seçkin

Bir Fikir Adamının Mektuplarından - 8

Düzene Karşı Olmak

Tanzimattan beri düzenden intizamdan yana olan bir ailenin ferdiyim. Karışıklıktan hiç mi hiç haz etmem. Kalemlerimi boy sırasına sokar, çoraplarımı renklerine göre ayırır, her lokmayı layıkıyla çiğnerim. Duş yaparken bile sistemliyimdir: Önce göğüs sonra sırt sabunlanır, ardından da bacaklar ve diğer şeyler.

Kimileri düzene karşı çıkar. Ellerinde pankartlar meydanlarda bağırışır dururlar. Onlara şunu sormak isterim: Nereye kadar?

Her şey nihayetinde düzene meyleder. Bilimadamları börtü böcekte bile bir tertip bir intizam buluyor. Yaprakların dağılımında, kozalakların tırtıklarında, ayçiçeğinin çekirdeklerinde Fibonacci serisini görüyor. İnsanoğlunun uzuvlarının birbirine oranı bile aynı güzelim ölçüyü veriyor. (İtiraz ettiğinizi duyar gibiyim. Elbette istisnalar olabilir ama bunlar kaideyi bozmayacaktır.)

O zaman bir köşeye not edin, dostum! Ona buna karşı duracağım diye heba olup gidersiniz. Boşuna yorulmayın. Kurtuluş nizamdadır.

Muntazaman sizin,

Hurşit Seçkin

Bir Fikir Adamının Mektuplarından - 7

Yumurta


İnsanlar ikiye ayrılır. Rafadan yumurtayı geniş tarafından kıranlar ve dar tarafından kıranlar. (Bir de yumurta sevmeyenler var ki, onları insandan bile saymıyorum.)

Ciddi bir meseledir bu. Ne kahvaltı sofraları gördüm ki, bu tartışma yüzünden murdar oldular. Ne çiftler tanıdım ki, bu nedenle yollarını ayırdılar.

Kadınlar estetik meraklısıdır. Göze hoş görünsün diye, yumurtayı dar tarafı üste gelecek şekilde yerleştirirler. Bir su damlası gibi kabında dursun isterler. Oysa sağduyulu herkesin bildiği gibi, yumurta bir su damlası değildir.

Mantık bize şunu söyler: Yumurta yumurtadır. Geniş tarafından kırıp rahatça yersiniz. Doğru olan budur.

Güzellik geçicidir, dostum! Siz bakana kadar vitamini kaçar. Halbuki mantık hem evrensel hem de doyurucudur.

Bütün kahvaltılarda sizin,

Hurşit Seçkin

Bir Fikir Adamının Mektuplarından - 6

Aşkın Kanunu

Newton büyük bir adamdır. Yasalarına saygı duyar, itaat ederim. Biri bana çarpınca öne doğru hamle eder, pencereden atarlarsa serbest düşme ile yere doğru inerim.

Ancak her şey bir yere kadar tabii. Newton da öyle. Mekanik yasalarına göre, masada belli bir hızda kendince ilerleyen bir bilardo topu olsa, onun gidişatına dair her şeyi bilebiliriz. Böyle iki top olsa, sonuç yine değişmez. Bunların da hayat hikayesini yazabiliriz. Buraya kadar her şey yolunda gibi görünür. Ama topların sayısını üçe çıkardığımızda işin rengi değişir. Bu üçünün davranışına dair bir şey söylemek mümkün değildir. Bunun denklemini çözemeyiz. İşte buyrun, Newton’un ‘zart’ dediği yer.

Demem şu ki, Newton’un sarsılmaz yasaları bile hareket halindeki üç topun ilişkisine dair bir tahminde bulunamazken, üç kişinin birlikte nasıl davranacağını nereden bilebiliriz?

Neymiş efendim? Aşk üçgenlerinden imtina ediniz, canım kardeşim. İki kişi zaten yeterince kalabalıktır. Ama üçüncü düpedüz fazladır. Kimin kime toslayacağını, olayların nasıl sonuçlanacağını asla kestiremezsiniz. Biri gelir size çarpar, siz gider ötekine çarparsınız, üstüne bir de yer çarpar. Çok fena olur çok.

Akıllıca sizin,

Hurşit Seçkin

Bir Fikir Adamının Mektuplarından - 5

Entelektüel Kadın

Biri var. Çok beğeniyorum. Mini mini elleri ayakları, gülünce küçük bir tavşanınki gibi kırışan burnu ve çimen yeşili gözleriyle bir içim su. Ama hiç susmuyor. Her konuda bir fikri var. Konuşan kadınları sevmem. Yapacak daha iyi işler varken, neden konuşmalı? Konuşmakla kalsa neyse. Bu bir de durmadan yazıyor. Posta kutumda şöyle mesajlar buluyorum:

"Aşk birleşmekle ilgili bir şey değildir. Ayrı olmakla ilgilidir daha çok. Aşk bir ilişki olarak, ancak birbirinden ayrı iki birey söz konusu ise var olabilir. Ve acı verir elbette. Çünkü varlığın aşılmaz ikiliği üzerine kuruludur. İlk kez başımıza ne geldiğini anlar gibi oluyorum: aşk, sürekli elimizden kayıp gidenle kurduğumuz olanaksız ilişkidir. "

Bunları okudukça afakanlar basıyor. Yere yatıp tepinecek gibi oluyorum. Bu nedir böyle? Makale mi aşk mektubu mu belli değil! Yok efendim aşk birleşmekle ilgili değilmiş, varlığın ikiliği aşılmazmış zart zurt. Rica ederim. Birleşmek mümkündür, bunu tartışmayalım. İnanmıyorsanız, tabiyata bakın. Milyonlarca kırmızı karınca, at sineği, ya da ne bileyim ornitorenk yanılıyor olabilir mi? Tembel hayvanlar bile bunu yapıyor.

Birleşemeyenlerse habire yazar durur. Halbuki hayat kitaplardan büyüktür. Aksaray dolmuşuna binin, Dostoyevski'nin size öğrettiğinden daha fazlasını öğrenirsiniz. Üç gün bir tamirhanede çalışın, Steinbeck yalan olur. Ve bir kadınla seviştikten sonra sessizce -- bakın, ne diyorum: sessizce -- yatmak, ikibin yıllık felsefe tarihinden daha fazla şey anlatır insana.

Dostum, siz siz olun, entelektüel kadınlara pabuç bırakmayın. Pabucu kapıp sokağa fırlayın. Korkmayın. Muhtaç olduğunuz kudret hemen kapının önündedir.

İçtenlikle sizin,

Hurşit Seçkin

Bir Fikir Adamının Mektuplarından - 4

Hayalgücü

Kafası karışık olan kadın (ki ben olmayanını görmedim) onu yaslayacak bir omuz arar. O omzun hangi bedene bağlı olduğunun önemi yoktur. Kadınlar bedensel değildir. Omuzsaldır onlar. Bu uzvun dışında kalanları hayalgücüyle doldururlar.

Kadınların hayalgücü kuvvetlidir. 'Gözlerin çok güzel' dersiniz, 'Bana tapıyor' diye düşünürler. Oysa siz sadece bir durum tespiti yapmışsınızdır. 'Bu elbise yakışmış' diyecek olun, kendilerini dünyanın en güzel kadını zannederler. Halbuki, bu durum yalnızca o elbise ve o gece için geçerlidir. Aksi de mümkündür tabii. 'Bugün yalnız kalsam iyi olur' demeye görün, 'Artık beni sevmiyorsun' diye sızlanmaya başlarlar. Ve böyle gider bu. Ad infinitum ad nauseam.

Görüyorsunuz dostum, aklın terkettiği yeri boş hayaller doldurur. Bunu kendilerine saklasalar belki idare edebilir insan. Ama kadınların hayalgücü patlamaya hazır bir Smith-Wesson gibidir. Her an üzerinize boşalabilir. Öyle ki, akıllıca oynasanız da kaybedersiniz.

Kadınlarla pokere oturuyorsanız şunu unutmayın: Smith-Wesson ‘kare as’tan her zaman daha iyidir.

Sadakatle sizin,

Hurşit Seçkin

Bir Fikir Adamının Mektuplarından - 3

Belirsizlik

Kesin konuşan insanları severim. Belirsizlikler hoşuma gitmez. Mesela Heisenberg diye bir adam var. Belirsizlik İlkesi diye bir şey icad etmiş. Düpedüz sinir bozucu. Belirsizliğin prensibi mi olur?

Bir de takipçileri var bu adamın. Ne yapacak şimdi bu Heisenbergciler? Biraraya gelmeleri bile olanaksız. Diyelim ki, 'bir münasip zamanda, buluşalım Kordon'da' dediler. Kordon'u bulabilirler mi? Bulsalar bilebilirler mi? Velhasılı kelam, talihsiz bir teori.

Hayatta prensiplerim vardır. Belirsizlik prensibi bunlardan biri değil.

Kesinlikle sizin,

Hurşit Seçkin

Bir Fikir Adamının Mektuplarından - 2



Aydınlanma

Aydınlanma için şöyle böyle diyorlar. Bilemiyorum. Şüphelerim var.

Öyle olsa adını ‘aydınlanma’ koyarlar mıydı mesela? Hiç sanmam. Söylerken bile neşe doluyor insan.

Ayrıca kim bunu diyenler? Bir avuç baldırı çıplak. Paris’te bütün gün tütün sarıp şarap içer, meczup gibi sokaklarda yaşar bunlar. Bir de çok lazımmış gibi kaşkol takarlar. Boynuna bir şey dolayan erkeklere hiç itimadım yok.

İşte buraya yazıyorum, on tanesini toplasak bir Kant etmez.

Unutmayınız dostum, hayatta üç şeyin Almanı makbuldur: 1) elektrikli traş makinesi, 2) fikir adamı. (Üçüncüsünü daha ferah bir vakitte konuşalım isterseniz.)

Her zaman sizin,

Hurşit Seçkin

Bir Fikir Adamının Mektuplarından - 1



Kısalığa Dair

Huysuz bir adamım ben. İsmim bile bunu söylüyor: Hurşit Seçkin. Bu kadar sert sessiz bir araya gelince, sert ve sessiz bir tabiyat beklemek gerekir. Sertim ben de. Ve sessizim. Genellikle. Fakat şimdi, yeri gelmişken, bir iki laf etmek isterim.

Az ve öz konuşun, aziz kardeşim. İlk tavsiyem bu olsun size. Ünlü düşünürün de dediği gibi, kısalık zekadan gelir. Öyle uzun uzun cümleler kurmayın. Tafsilat bünyeyi yorar. Hele yazıyorsanız, asla bir paragrafı aşmayın.

Bakın ben yapıyor muyum? Hayır.

Her zaman sizin,

Hurşit Seçkin